Cerrah
Lapa lapa yağan kar bütün yolları tıkamıştı. Puslu hava ve acımasız rüzgar Parpı dağından aşağı arkadaşlık ederek yoldan gelen gücük köyü çeçenlerine işkence ediyordu. Atının üzerinde karı yararak iki yakını ile beraber sabah gün ışır ışımaz yola çıkan Gücüklü Dabı sülalesinden Cebrail Aslan Bey sanki bunların hiç farkında değildi. Kızıl çam ormanlarından henüz geçiyorlardı ve arkasından gelen birisi Çardak’lı haberci çeçen ve diğer iki akrabası da suskundu.
Bir Çerkez köyü olan ve bir çok dostlarının bulunduğu Fındık Köyünde her zaman mutat olan ahbap ziyaretlerinde de bulunmadılar. Buz tutmuş dereden hızla geçerek kar kesmiş kaşları ile ufukta Tülüce tepesini ilk kez gördüklerinde Cebrail Bey bir cigara yaktı.
Tütün keskindi. Hayat gibi.
Dumanı ciğerinin en derin yerlerine ulaştırmak istercesine içine çekti. Allahtan kalpağı vardı da başı üşümüyordu. Biraz oyalandı.Sonra tekrar atına bindi. Kır at üzerinde ki sahibini anlamışcasına kişneyerek hızlandı. Güneş yükseldikçe rüzgar ve hava daha da kötüleşti. Hava sanki daha da kararıyordu. Deldik Ağanın arazisinden yukarı çıkarken artık Tülüce hiç görünmez oldu. Hafiften yağan kar iyice şiddetlendi. Yolda zor bulunuyordu artık. Atlar ezbere gidiyorlardı. Sahipleri de onlara hiç karışmadı zaten.
Köyün meydanından Engino mahallesine doğru hızla inerken yabancı atların kokusunu alan köpekler hiç durmadan havlamaya başladılar. Üç gücüklü çeçen haberciden ayrılarak Yahya Bey’in mahdumu Abdulkerim’in evine yöneldiler. Büyük çatal kapı kapalı idi. İçindeki küçük kapının tokmağına dokunmadan şiddetli köpek sesleri ortalığı ayağa kaldırdı. Birazdan içeriden –sabırdilah (biraz sabredin) diye bir ses geldi. Evin büyük oğullarından Osman kapıya yakın bir yerde onları bekliyordu zaten. Hayvanları durdurdu. Çatal kapıyı açarak misafirleri içeri aldı. Atları alarak ahıra yöneldi. Terlemişti hayvanlar, böyle bırakmaya gelmezdi. Misafirler 13-14 yaşındaki çocukla çok konuşmadan eve yöneldiler.
Evin koca anası; Namata, diğer gelin covhur hepsi bir yerlerden gelip kısaca konuştular. Abdulkerim kayın biraderi olan Cebrail ağaya sarıldı.
Ana girişten sonra dört ayrı odanın açıldığı bir salonda ağırlandı misafirler. Kadınlar bir odaya girip çıkıyor, sessizce fısıldaşıyorlardı. Evde küçük çocuklar gelen misafirlerin elini öptüler. Babacan bir adam olmakla birlikte garip bir otoritesi ve saygınlığı vardı Cebrail Bey’in. O tam bir çeçen beyiydi. Ağır, akıllı, hatır bilen, güçlü bir adamdı. Dostluğu istenilir, düşmanlığından çekinilirdi. Asla gereksiz konuşmaz, konuşursa mutlaka dinlenilirdi. Sanki o olmadan hiçbir ciddi karar alınamazdı.
Oda çok genişti. Ortasında bir kalın direk üzerinde el hızarları ile kesilmiş mertekler uzun bir hezene dayanıyorlardı. Ortadaki direğin üzerinde de bir terazi asılıydı. Adalet simgesiydi bu.
Birazdan Kahir Hasan bey, Gin hacının torunu Ebubekir efendi, Abdulkerim’in amcası Vokk Zekeriya, köyün imamı Anıs hoca geldi. Hafif bir sohbetten sonra Cebrail bey hanımların girip çıktığı odaya yavaşca girdi. Bir müddet sonra dışarı çıktığında gözleri nemlenmiş, yüzü asılmıştı.
Köyün birkaç ileri geleni de eve geldikten sonra bir hareket oldu. Yüzünde derin izler bulunan bir çeçen içeri girdiğinde herkes ona baktı. Beklenen şahıs gelmişti.
Vokk hacı, kadiri şeyhi Kunte Hacının kız kardeşinin torunlarından olan Edilbi (Adil Bey) idi gelen. Elinde bir torba ile gelmişti. Allah’ın selamı ile başladı konuşmaya, bütün içeridekilere edeple selam verdi gönüllerini aldı. Birkaç kısa konuşmadan sonra Cebrail bey ve Abdulkerim’e dönerek helallik istedi.
Hayatın, hastalığın ve ölümün Allah’ın takdiri olduğunu, İnsanınsa bir beşer olarak fani olduğunu hatırlattı. Şifanın Allah’tan geldiğini ve onun Şafii isminin bir tecellisi olarak telakki edilmesini, duanın ise kesin ve mutlak olarak bir sebep olduğunu kulların sözlü ve fiili olarak duaya muhtaç olduğunu söyledi.
Yapılacak cerrahi işlemin çok riskli ve ölümcül olabileceğini söyleyerek tekrar aileden teker teker helallik aldı. Herkes helalleşti. Anıs hoca Kur’an okumaya başladı. Bitiminde cemaatle bir namaz kılınarak dua edildi. Ön odalardan bazı hanımlar sesli duaya amin diyerek katıldılar. Toprak kerevetinin üzerinde oturan yüz yaşlarındaki Namata devamlı okuyor arada bir kucağına aldığı Abdurrahman’ı okşuyordu. Evin kızları hizmetle meşguldüler. Osman ise kapının dibinde diz kırmış hiç konuşmadan misafirlerin hizmeti ve ihtiyaçları için sessizce bekliyordu.
Abdulkerim, Cebrail ve Adil Bey iç odaya geçti. Birkaç hanım ellerinde geniş ağızlı kazanlar tepsiler sıcak kaynamış su ile bekliyorlardı. Duvardan duvara kerevitte yorganların içinde hasta bir kadın Şuuru kapalı yatıyordu. Kesik kesik, hızlı nefes alıyor, teni soluk bir gül gibi görünüyordu. Cebrail kardeşi Asile’nin elini tutarak besmele çekti.
Adil Bey ise Kafkas dağlarından gelmiş yüzlerce yıllık bir geleneğin son temsilcisiydi. Son çeçen cerrahı. Şafii isminin tecellisi onun eli ile olacaktı. Demirci çeçen ustalarının elinden çıkmış özel bıçakları ve dağlama aletleriyle touvğ’un (şömine) başına geçti. Sıcak su ve elindeki keçe, bal mumu ve bir takım kurutulmuş otlarla bir şeyler yaptı.
Aslında sonbahar Abdulkerim Beyin evinde güzel geçmişti. İki koşum öküz, altı yüz civarında koyun, bir o kadar keçi, yirmi civarında manda, onun iki katı kadar da büyük baş hayvanı vardı evin. Samanlıklar ağzına kadar dolu, ambarlar tıka basaydı. Yaz boyu evde çalışan yamaklar işler azalınca küfeleri dolu evlerine, köylerine gönderilmişti. İki hanımlı evde; kadınlar ve çocuklar ancak yetiştirebiliyorlardı evin işlerini. Abdulkerim’in dört kızı, beş oğlu vardı.
Kış başladıktan sonra olmuştu her şey. Asile hanım bir koç boynuzundan darbe almış, sol bacağında iltihaplı yara oluşmuştu. Birkaç kez apseyi evlerinde kendileri boşaltmışlar ama gitgide yara büyümüş, bir gün önce yüksek ateş ve titreme ile kendini kaybetmişti. Büyük kızı zekiye ağzından damla damla annesini süt ve pekmez ile beslemişti. Edilbi çağrılmış durumun ciddi, olduğunu gören eşi; Asile hanımın abisi gücüklü Cebrail efendiye acil ulaşması için haberci göndermişti. Kardeşi çardağa gelin gelen Cebrail hiçbir zaman onu yalnız bırakmamış, gerçek bir aile reisi olduğunu her zaman kanıtlamıştı. Böyle önemli bir günde de olması lazımdı. Oradaydı da.
Çeçen cerrah Edilbi bütün bacağı açarak iltihabın olduğu yeri tümüyle elle muayene etti. Tam orta alt noktasından deri kalınlığını ölçerek elindeki ucu sivri ve hafif kıvrık iğne gibi kesici aleti yavaşça deriden içeri sokarken -ya Şafii sözü her kes tarafından işitilemeyecek kadar alçaktı. Bacağın ortasından yavaş hareketlerle damarlara dokunmayarak giden bıçağa hasta hiç tepki vermedi. Kapıda elinde küçük bir kazan ile duran küçük kız Mediha’nın gözlerinden yaşlar fışkırınca yokneene (büyük anne) Namata onu hemen dışarı çıkarttı.
Yaradan koyu, katı ve kötü kokulu bir irin akmaya başladı. Edilbi bir tepsi isteyerek eliyle yarayı sıvazlamaya başladı. Akan irin azalmaya ve hafif kanla karışmaya başlayınca edilbi hazırladığı otlar ve balmumuna sarılmış pamuk ve keçeden yapılmış bir ucu ince bir fitile benzer materyali yanına çekti. Cerrahi aletlerinde birkaç tanesine arka arkaya açtığı deliğin içerisine sokarak eliyle tekrar kontrol etti. Deliğin ağzını biraz daha büyüttükten sonra hazırladığı balmumlu fitili apsenin içine yerleştirdi. Bir takım bezlerle yarayı sardı. Yarım teneke kadar irin ve kan çıkmıştı. Asile’den bolca ter boşaldı. Edilbi bal, sıcak su, süt ve pekmezden oluşan bir tarif yaparak dışarı çıktı.
Hazır bulunan cemaate elinden geleni yaptığını ifade etti. Terlemişti. Ellerini yıkamak için köşe odaya geçti. Misafir sayısı artmıştı. Bir takım komşu ve akraba kadınlarda onun çıkmasını fırsat bilerek hastanın yanına geçtiler . ellerinde Mushaflar içeriden dualar ve Kur’an sesleri gelmeye başladı. En çokta küçük Abdurrahman korkuyordu. Annesinden ayrılmayı istemiyordu ama annesi hiç konuşmuyordu. Vokneen ise küçük yavruyu hiç bırakmıyordu. Kardeşi Ayten’de kendi hazırladığı teynik ile onu oyalamaya çalışıyordu. Birden ağlayınca Ayten’de ağladı. Covhur ikisini de alarak o kasvetli odadan çıkarttı. O gün bir çok misafir geldi ,gitti, kızlar, Osman, Süleyman, Ömer, Abdulkadir hiç durmadan çalştılar.
Gece çok zor geçti. Akil adamlar, dualı kadınlar hepsi evlerine gitmişler, Gücük’lü misafirler misafir evinde konaklatılmıştı. Sabah namazından sonra Zekiye hiç gece uyumadığı için gözleri kıpkırmızı -Annemin ateşi düştü. dedi. Hafif hafif yutkunmaya ve ellerini oynatmaya başlayan Asile Hanım öğlen namazından sonra camiden gelerek yarasını tımar eden Edilbi’ye pek az reaksiyon verdi. Hiç durmadan kurutularak ezilmiş bir takım otlar, bal, pekmez, mısır unu karışımını sıcak suyla beraber kaşık kaşık ağzından verilen Asile ancak diğer gün gözlerini açtı. Başında elleri annesinin saçlarında uyuyakalmış kızı zekiye’yi bularak. Allah diyebildi. Subhanallah. Bütün aileyse Elhamdulillah, dedi.
Deli huna hastumbo, deli huna şukur du. Va vezin deli, va vokku deli… diyordu Namata.(Allahım seni övüyorum, allahım sana şükrediyorum, Ey yüce allahım, ey büyük Allahım)
Çeçen cerrahı Edilbi on beş gün kadar her gün gelerek pansumanlara devam etti. İki günde bir balmumlu fitili yeniliyor, gitgide kısaltarak, inceltiyor, her sefer burnuyla kokluyor, bazen bir takım otlarla fitili ovalıyordu.
İlk bahara doğru Asile bastonla Daşpınar’a giderek su içebildi.
İki ay sonra Abdulkerim’e Mersin’de gayrimüslim yahudi doktor ameliyat çok başarılı geçmiş. Ölümden dönmüş. Hangi operatör bu ameliyatı yaptı? Diyordu.
Bir millet, bir tecrübe böyle, bizden önce geçti gitti. Allah hepsine rahmet etsin.
Anlatılanlar ve yaşananlar gerçektir.
Selam ve dua ile
Yahyahan GÜNEY