SİBİRYA’da

Hasan, hayvan vagonlarına doldurularak Sibirya steplerine sürgüne gönderilenler arasında, ailesini kaybetmiş sekiz yaşlarında kimsesiz bir çocuktu. Kazakistan’ın kuzey bölgesine indirilenlerle birlikte o da indi vagondan. Sürgüne gönderilen Çeçenlerin bir kısmının yerleştirildiği bir kolhoz bölgesinde yersiz yurtsuz, kimsesiz sahipsiz, sığınacak yer arayan bir sabi idi. Bu vagonların birinden inen Acu isimli bir Çeçen kadın da bölgede bir çocuk yurdunda iş bulmuş çalışıyordu. Onu buralarda dolaşırken daha evvel de görmüş, onun kimsesiz bir Çeçen çocuğu olduğunu anlamıştı. Karşılaştıklarında uzun süre seslenmeden birbirlerine bakarak öylece kalakaldılar. Bir süre sonra kadın seslendi.
-Beni tanıyor musun?
-Hayır tanımıyorum. Ama seni buraya gelip giderken birkaç defa gördüm.
Sesi çocuk sesi ise de konuşması tavırları büyük adamlarınki gibi idi.
-Aç mısın, bu gün bir şey yiyebildin mi?
Yiyecekten söz edince birden başını kaldırıp baktı. Görünüşe göre yiyecekten bahsedince Acu’nun kendisine yiyecek bir şey vereceğini sanarak bakmış, onun kucağındaki kızından başka bir şey göremeyince umudunu yitirerek başını yere eğmişti.
-Çocuk, anan baban kimin kimsen yok mu senin?
-Babam Kafkas da iken ölmüştü. Annemle birlikte vagona bindik. Yolda bir ara vagonlardan indirmişlerdi bizi. Annem diğer kadınlarla birlikte ihtiyaç için trenin altından öbür tarafa geçmişti. Geri dönmeye çalışırken tren hareket edince altında kaldı. Üzerinden tekerler geçti. İkiye bölündü orada kaldı. Bir mezarı bile olmadı. Buraya tek başıma geldim.
-Kafkas da hangi köydendin? Hatırlıyor musun?
-Bilmem. Yüksek yüksek dağların olduğu yerdendik.
-Şimdi burada geceyi nerde geçiriyorsun? Gidecek yerin var mı?
-Evet var. Ta şurada içinde bir sürü sığır bulunan bir ahır var. Orada sığırların arasında yatıyorum. Hiç soğuk olmuyor. Oranın sahibi kadın üzerimde ateş yakacak bir şey yoksa orda hayvanların arasında yatmama izin veriyor. Hiç soğuk olmuyor.
Acu akşam eve geldiğinde odada birlikte kaldığı oda arkadaşlarına çocuğun halini anlattı. “İzin verirseniz şurada ayağımın ucunda yatar. Yiyecek içeceğimden de ben veririm. Geceleri şurada barınsın. Müsaade ederseniz o yavrucağı getirmek istiyorum.”
Kaldıkları odadaki ailenin reisi Mahmad homurdanmaya başladı.
-Bir o eksikti burada. Sokaklarda ki serserileri başımıza mı toplayacaksın? Zaten sen kendin de başımıza bela oldun. Senin yüzünden rahatça ayağımızı uzatıp yatamıyoruz bu daracık yerde. Diyerek, şiddetle azarladı Acu yu. Giderek kışın şiddeti artıyor, herkes yiyecek bulmakta güçlük çekiyordu. O aralar çocuğun sağdan soldan yiyecek aşırmaya başladığı duyuluyordu. 1945 yılının Şubat ayı ile birlikte Sibirya steplerinin keskin soğuk ve fırtınaları da başlamıştı. O akşam Hasan tipi yüzünden geceyi geçirdiği ahıra gidememiş köyde kalmış sığınacak, başını sokacak bir yer aramıştı. Birkaç Kazak’ın kapısını çaldıysa da kimse onu içeri almadı. Sonra Acu’nun evini tanıyarak oraya yöneldi. Ana onu içeri alır -45 derece soğukta dışarıda bırakmazdı. Kapıyı çaldı, seslendi. Fakat kapı açılmadı. Evdeki Mahmad onu içeri almak istemiyordu. Kimsenin kapıyı açmasına da müsaade etmedi.
-Ana; ben dışarıda tipi de kaldım. Beni içeri alsana, burada soğuktan öleceğim. ——Ana burada yok. Buradan gitti dediler evdekiler.
Evdeki diğerleri de çocuğu içeri almasını söyledi ise de Mahmad kimseyi dinlemedi, bağıdı çağırdı azarladı ve onları sindirdi. Dışarıda ki Hasan’ın çığlıklar devam ediyordu.
-Ne olur vaşa (büyüklere hitap şekli) beni içeri alsana. Ben hiçbir şeyinizi çalmam. Ben yiyecekte istemem sizden. Allah için kapıyı açın. Çok üşüdüm. Soğuktan öleceğim. Anaya söylesenize beni içeri bıraksın. Siz Müslüman değil misiniz?
Mahmad’ın karısı Zaynab ne yapacağını şaşırmıştı. Kapıyı açsa dayak yiyeceğini biliyordu. Ortalık biraz sakinleşip içerdekiler yattığı zaman çocuğu içeri almaya karar verip yatağına uzanıp Mahmad’ın uyumasını beklerken, hâlâ dışarıda ki çocuğun giderek azalan ana-ana diyen sesi duyuluyordu. Bir süre sonra adam uykuya dalınca Zaynab çocuğu içeri almak için hemen dışarı çıktı. Fakat çocuk seslendiği yerde yoktu. “Çok şükür, birisi çocuğun sesini duyup götürmüş olmalı” diye düşünerek içeri girip yattı.
Zaynab sabahleyin dışarı çıktığında fırtına tipi hâlâ devam ediyordu. Biraz ötede bir karartı fark etti. Duvara sırtını dayamış başını ve dizlerini ceketinin içine çekmiş, olabildiğince küçülmeye çalıştığı için yusyuvarlak bir top olmuş, taş gibi katılaşmış Hasan’ın ölüsünü gördü.
Hemen elini çocuğun gömleğinden içeri sokup vücut ısısına baktı. Çoktan buz kestiğini anladı. Yavaşça içeri girdi. Yatağına oturdu, dizlerini yukarı çekip başını dizlerinin üzerine koyup ellerini dizlerine kenetleyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ağlama sesine kocası uyandı.
-Ne oldu ne zırıltı yapıyorsun sen?
-Ne olacak, çık da dışarıya bir bak. Akşam ne yaptığını kendin gör. O çocuğu sen kendi ellerinle öldürdün.
-Ben niye öldüreyim? Ben mi çağırdım onu buraya? Eceli gelmişse ben ne yapabilirim? Öldüyse çektiği azaptan o, onun elinden de bu köylü de kurtulmuş oldu.
-Peki tamam. Her şeyi gören o büyük Allah her şeyin hesabını yarın ki günde bir tamam görecektir. O zaman orada verirsin hesabını.
Mahmad dışarı çıktı. Çocuğun donmuş cesedini içeri, kapının arkasına getirdi.
-Vücudunun buzu çözülmeden gömemeyiz bunu.
-Adam bak ne diyeceğim? Bundan sonra sana “erkeğim, yiğidim” demeyeceğim. Sen erkek de değilsin insan da değilsin.
-Kadın senin dilin fazla uzadı. Çok oluyorsun artık.
-Az bile olduğumu düşünüyorum. Çok geç kalmışım. Fakat bu yiğitlenmem faydasız artık. Hani siz erkekler kadınlar için saçı uzun aklı kısa dersiniz ya, aklımı da yiğitliğimi de senin gibi on erkekle değişmem.
ÇANÇAYEV ŞAMSUDDİN’in SİBİRYA YOLU adlı eserinden
Çeviri: Ali Bolat

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir