Çardak Çeçen Düğünü 2
Ahhh! Gin Haci çayırları baharda bir başka olur güzel kızım.
Güneş doğarken hava buz gibidir. Suyun içinde elini durduramazsın. Köpek havlamaları içinde kuzu tongurdakları hala kulaklarımda.
Keşke sizde o güzellikleri yaşayabilseydiniz.
Rahmetli anam biz kalkmadan kıl çadırda namazını kılar, hepimize ateş yakarak çorba ısıtırdı. Sonra kuzularla ver elini dağlar, ormanlar. O zamanlar ayılar, kurtlar vardı. Bir kezde büyük bir dağ kedisi görmüştüm, sanıyorum bir parstı o.
Bu anıları defalarca dinlemişti. Kırk Beş yaşlarındaydı babası. Anadolu’da uzun dönem çalışmış en sonunda İstanbul’a yerleşmişti. Uzun kış gecelerinde her zaman çocuklarına Çardağı, çeçenleri anlatır, yaylaları, düğünleri, belkhileri (imece), kendi hatıralarını defalarca tekrarlardı.
Kardeşi ve kendisi de hiç bıkmadan aynı anıları dinlerlerdi. Babasının çocukluk evindeki köpeklerinin isimlerini bile ezbere bilirlerdi.
Küçük bir çocukken birkaç kez Çardağa gitmişlerdi. Anneannesinin evinin önünde akan arığı hatırlıyordu. Birde babası ile beraber bir tarladan fasulye topladıklarını. Sadece o kadar, başka anısı yoktu. Yedi yıldır hiç gitmemişti. Bir köy işte, herkesin geldiği gibi diye düşünüyordu.
Bazen bir yakınları ölürse yada bayramda babası köyüne gider, gelirdi. Bazan da Çardak’tan bir akraba gelir birkaç gün kalır giderdi. Bu yılda hep beraber gidelim, çocuklar akrabalarını tanısın, milletini görsün diyerek herkesi zorla gitmeye mecbur etmek istiyordu.
Rana ise arkadaşları ile bir yaz planı yapmıştı. Bir müddet İstanbul’da kaldıktan sonra yakın arkadaşı Büşra ile Bursa’ya arkadaşının ailesine gidecekler, oradan da Altınoluk’ta Büşra’ların yazlığında deniz, güneş ve kumla tatilini geçirecekti. Bütün ısrarlarına rağmen olmadı. Plan yattı. Babası daha tam büyümediğini düşünüyordu galiba, arada birde kültürümüz gibisinden birşeyler geveliyordu. Kafası atmıştı.
-Ama baba.
-Bu güne kadar vermediğin şeyi bundan sonra nasıl vereceksin? Hem ben istemiyorum ki tatilimi bir köyde geçirmeyi… Kimseyi de tanımıyorum. Üff ne yapacağım Allah’ın köyünde. Hayvan kokuları arasında.
Babasını ikna etmek mümkün değildi. Anneye de bir o kadar söz. Nafile karar verilmişti. Çeçen inadı devrede diye düşündü. Yapacak bir şey yok. Bu sefer dönüş çabuk olsun, sonra denize nasıl giderizin hesabına başladı.
Harem’den gece çıkılan otobüs için hazırlık yaparken birkaç kitabı yanına aldı. Gogol’u, Zola’yı Kafka’yı çok seviyordu. Gorki’den de bir adet okumadığı kitabı aldı. Artık hazırdı. Ver elini Anadolu. Sabah Göksun’da güneş doğmadan indiler.
Hava yaz olmasına rağmen oldukça soğuktu. Ciğerlere de bir garip doluyordu. İyice içine içine çekti. İnsan kendini bu havada çok zinde hissediyordu. Eski püskü kerpiç evlerden oluşmuş gariban bir yerdi Göksun. Arkada dorukları karlı, yalçın dağlar yükseliyor, düz ova dağların dibinden başlıyordu. Gelip geçen insanlar süklüm püklüm, yıpranmış köylülerdi.
-Üfff dedi içinden.
Geçen bir dolmuşa binerek Çardağa doğru yola çıktılar. Eski bir arabaydı bu. Her tarafından sesler geliyordu. Kirli sakallı şoför bir kaset koydu arabanın teybine. Rana daraldı. Ritim iğrençti. Seste öyle. Şöförse keyiflenmiş, birde küçücük arabada cigara yakmıştı.
Maraştan bir haber geldi.
Dediler ki merik ölmüş,
Oyyy merikk, merikk meri merik merik..
Oyyy merikk, merikk merik merik merik..
Daracık bir yoldan dere kenarlarından geçerken birkaç köyü geçtikten sonra babası
-Kızım burası da bir çeçen köyü dedi. Zaten o söylemeden bilmişti, babasının bakışlarından defalarca dinlediği Behli Öyl (Küçük su) burası olsa gerekti. Beyaz badanalı iki katlı evlerin arasından hızla geçtiler. Sol tarafta aşağıda bir nehir vardı galiba. Sağda ise tam bir karlı dağ.
Birkaç köyden sonra Çardağa vardılar.
Minibüs düz uzun bir caddenin başında durdu. Elde bavullar ortada kimsecikler yok. Etraf alabildiğine kuş sesi. Her taraf simsiyah kırlangıç dolu. Evlerin çatı araları yada toprak damların arasında ki boşluklara bir konuyor bir kalkıyorlar. Bazı evlerden hayvan sesleri geliyor.
Hakikaten insanın içine dinçlik doluyor diye düşündü. Babası yavaş yavaş dağlara doğru giden yola saparak kendi evlerine yöneldi. Bazı evlerin bacasından dumanlar tütüyordu. Yorgundu.
Çok etraflara bakamadı.
-Bu akşam düğüne gideceğiz dedi. Melike halasının kızıydı. Birkaç kez istanbul’a yanlarına gelmişti. Maraş’ta liseyi okuduktan sonra Çardağa geri dönmüş, anne babasıyla kalıyordu. Çardağa geldi geleli sanki eli kolu, kılavuzu olmuştu. Ne de çok şey öğrenmişti ondan. Kendini bir tecrübesiz küçük bir çocuk gibi hissediyordu onun yanında. Bazen de o kendisinin karşısında aynı kalıyordu. O da şehiri ve dış dünyayı iyi bilmiyordu. Yalnız çok becerikli, çabuk öğrenen bir kızdı. Çok da uyanıktı. Aslında sonradan fark etti ki burada herkes beklediğinden daha zeki ve uyanıktı. Saf Anadolu köyünün insanları yoktu burada. Kendisini sıradan hissetti.
Dedelerinin evinde çok rahattı. Melike illede seni gezdireceğim diyor hiç durmadan bir şeyler anlatıyordu. O ise Gorki’nin Benim Üniversitelerim’ini yarılamıştı bile bir kaç günde. Babası kızım sende düğüne git derken elindeki kitabı gördü.
-Bu benimde çok severek okuduğum bir eserdi dedi.
-Şimdi sıra bu kitap da değil, bir üniversitedir Çardağın sokakları dedi. Çeçenlerin üniversitesi. İnsanı ve toplumu burada bu kitaplardan daha iyi anlarsın. İşte babanın gerçek üniversitesi burası.
Garip dedi içinden bir köyde ne olabilir ki? Anlamsız bir duygusallıktı onun için bu sözler.
-Eskiden malcılık varmış Çardak’ta, şimdilerde ise fasülye ekiliyor. Bir çok kişi de su azlığı yüzünden Elma bahçeciliğine döndü dedi. Melike.
-Anamgil engino yaylasında kalırlarmış, ben küçükken koyunlarımız olduğunu hatırlıyorum. Artık kalmadı. Sadece iki ineğimiz ve birkaç danamız var.
Hava kararmıştı. Yürürken sanki her yer güvenliymiş gibi rahattı. Rana ise tedirgin. Anne ve babası ise Melike’ye teslim etmişlerdi sanki onu. Onları ancak eve yatmaya gelince görüyordu. Babası başka bir yerde olsa asla yalnız dışarıya göndermezdi.
-Tek başımıza bu karanlık sokaklarda dolaşmamız tehlikeli değil mi? Dedi Melikeye. Oysa garip garip bakarak;
-kızım burası çeçen köyü. Burada kimseye bir şey olmaz, sen merak etme.
Köyün aşağısına doğru caminin yanından dönerek dar bir sokaktan geçtiler. Uzaktan bir ritmik bir gürültü ve akordiyon sesi geliyordu. Birden tabanca sesleri gelince
-Ne oldu? Diye sordu ürkerek.
-Amaaan be dedi melike. Sus bre kız. Gel benle.
Elinden tuttu onu. Sesin giderek arttığı yöne ilerlediler. Bir evin önünde balkonlarla karşısındaki büyük asırlık dut ağacına bağlanmış elektrik kabloları üzerinde bir düzineden fazla yanan ampul dikkatini çekti. Altında ise bir kalabalık, herkes bir şeye bakıyor, gelenlere sırtını dönmüş duruyorlardı. Sağdan soldan kadınlı erkekli gruplar devamlı eve geliyor, kadınlar, küçük kız çocuklar tahta büyük merdivenden yukarı çıkıyor, kızlar balkonun altına geçiyordu. Erkeklerse kalabalığın ve yakınlardaki her duvarın dibinde bekleşiyorlardı.
Balkonun altında meraklı gözlerle herşeyi ve herkesi seyretmeye başladı. Meğer kalabalığın ortasında büyük bir halka var ve içinde de bir kızla bir erkek oynuyorlarmış.
Acayip bir karnaval havası vardı. Gürültü, şamata koşuşturma hep yanyanaydı. Kimse onu fark etmiyor, hatta ilgilenmiyordu.
Çevrelerindeki kızları süzdü ilkin. Galiba herkes büyük şehirlerden gelmişti. Çok güzel kızlar vardı orada. Amma da paçoz giyinmişim dedi kendi kendine. Pek pantolon giyen yoktu. Beli yüksek, bol etekler tercih etmişti kızlar. Zaten bu yaz moda dedi içinden. Mimikleri yok denecek kadar azdı kızların, suskun ve sabit bakışlarla oyuna bakıyorlardı. Oda oyuna verdi kendini. Bu kadar güzel kızın arasında kim beni fark eder ki.
Bu fikirde iyi geldi ona.
Şu an bir gözlemciydi artık, belki de ilerde bir sosyolog olmalı böyle otantik, orijinal toplumları incelemeliydi.
Kendi kendine gülümsedi. Olabilirdi. Niye olmasın?
Kimse zorlamıyordu kendini, herkes çok rahattı. Doğal bir şeyler vardı hareketlerinde. Erkekler ayak ve elleri ile kah dönerek, kah sıçrayarak sek sek oynar gibi hareketler yapıyor, müziğin ritmiyle alkışlayan halkaya hiç durmadan göndermeler yapıyorlardı. Halkadaki insanlarla interaktif bir iletişimleri vardı. Bazen bir kenara yaklaşıyor, özel bir takım figürler yapıyorlardı. O bölümdeki hemcinsleri de onlara özel bir tezahürat ile tempoyu arttırıyor öne eğilerek veya ellerini alttan çırparak yada bağırarak karşılık veriyorlardı. Bu arada da aralarında da bir takım konuşmalar oluyor, herkes çok eğleniyordu. Oyunda erkek arada bir oynayan kızı hatırlıyor sonra da bir müddet onun yanına giderek, yüzüne bakıp sert kol ve bacak figürleri ile onu yönlendiriyor, kimisi de bu sırada garip anlaşılmaz naralar atıyordu.
Bir yönetici de vardı halkada.
Sert mizaçlı, otoriter, esmer, uzun boylu, uzun yüzlü birisiydi. Zehir gibi delici bakışları, kara gözleri, kirli bir sakalı vardı, bıyıklıydı. Elinde kocaman bir sopa ile herkesi yönlendiriyordu. Kızlara doğru bakarken hepsinin sahibi imiş gibi üstten bakıyordu. Eliyle gel, gir, çık gibi emredici, Rana’ya göre küstahça komutlar veriyordu. Adamın davranışları bir kız olarak zoruna gitti Rana’nın. İstediği kızı, istediği kişi ile oynatıyordu. Zaman zaman onun da dışında değişik seçimler, oldu bittiler de oluyordu ama o zamanda ortadaki yönetici adam dahil hiç kimse tepki vermiyordu. Sonra fark etti ki bu küstahça yaklaşım gibi görünen garip tutum; babacanlık ve kendini ispat etmiş likten geliyordu. Bazen bazı kızlar yanına yaklaşarak hiç çekinmeden kulağına fısıldıyor, hepsini dikkatle ve babacan sevgiyle dinliyordu. Sanki babaları yada abileriyimiş gibi kızlar ona çok rahat yaklaşıyorlardı. Herkes bu uzun boylu insanı seviyordu. O da yapmacıksız bir şekilde bunu biliyordu. Galiba bütün kızların hamisiydi o.
Birden böyle bir adamın ortada güçlü bir figür olarak ortada durmasından dolayı içine güven hissi doğdu. Bu kadar kalabalıkta kötü bir şey olsa en güvenilir kişiydi o. Hemen yanına giderim diye düşündü. Adama bakışları değişti.
-Melike, kim şu ortadaki adam dedi
-O mu? Çinee. Yani tamada dedi. Melike’nin sorgulu bakışları devam ettiğini görünce,
-Adı Çinee, düğünü yöneten kişiye de tamada denir.
-Çinee gerçek adı mı, yoksa lakap mı?
Melike düşündü,
-Bilmiyorum, ne fark eder ki?
Ne garip isim dedi içinden, lakap bile olsa bir anlamı olmalıydı mutlaka.
Derken elinde kova dolusu su ile bir çocuk çıktı ortaya. Elinde ki metal tas ile herkese su ikram etmeye başladı. Herkes aynı tastan su içti. Kendisi bir başkasının içtiği bardaktan asla içemezdi. İçi titredi, midesi bulandı. Bir çok kız da içti sudan. Dikkatini oradan uzaklaştırmakta zorlandı.
Halkadaki erkekler çok gürültücüydü. Ritmik davranan vahşi bir sürü gibiydiler. Canlı ve güçlü gençlerdi çoğu. Onları tutan şey şu kocaman sopa mı acaba diye düşündü. Yönetici bazen sopayı halkadaki gençlerin ayaklarına doğru vurur gibi yapıyor, yerden tozlar kaldırarak halkanın şeklini düzenliyordu. Değneğin hızla bacaklarına yada yere doğru geldiğini gören erkekler geriye doğru çekiliyor, halkanın şekli düzenleniyordu. Sonradan anladı ki bu da bir ritüeldi. Yöneticinin kendisini belirtme ve buranın hakimi benim, burası benden sorulur imasıydı yaşananlar. Gençler değişik yaş grupları olsa da genellikle onbeş, yirmibeş yaşları arasındaydılar. O an anladı ki onlarda kurallara sıkı sıkı bağlıydılar, yöneticiden korktuklarından değil, saygı duyduklarından dediklerini yapıyorlardı. Böyle canlı gençleri ne korkutabilirdi ki. Daha yaşlılar arkadan sadece bakıyor, hiç el çırpmıyorlardı. Şehirlerden gelmiş olduğu belli bir çok genç vardı etrafta.
Bu arada bazı gençlerin devamlı kızlardan tarafa baktığı, bir takım el ve yüz ifadeleri ile onlarla iletişim içinde olduklarını fark etti. Karşı taraf da pek belli etmese de aynı şekildeydi. Birde dam üzerinden bakan anneler, teyzeler; onlarda kim kimle mesajlaşıyor ona bakıyorlardı. Meraklı kadınlar işte dedi içinden. Herşey ortada ve aleni idi. Kimse kendisinden ve ortamdan dolayı utanacak gibi durmuyordu. Yanlış olan bir şey var mı? gibi de düşünmüyorlardı. Galiba yoktu da.
Melike’ye baktı. Melike kurt gibi hemen onu anladı.
-Herkesin kaşeni var, merak etme seninde olur. Acele etme.
-Kaşen mi, o’da ne?
-Burada gençler birbirlerini tanır, beğenir, arkadaş olur, bir oyun gibidir. Kuralları ihlal etmeden oynarlar, eğlenirler. Flört gibi bir şey ama ciddi olmaz, sen merak etme. Hallederiz.
Aman istemez diyecekken Melike halkaya döndü ve dinlemedi bile onu.
Onun da bir kaşeni vardı. Karşıda. Biraz bakınca hemen anladı. Rana ile bu yüzden ilgilenmeyi bırakmıştı. Rana çocuğu şöyle bir süzdü, hiç fena bir delikanlıya benzemiyordu. Yakışıklı bir çocuktu, mimikleri de fena değildi. Çocuk Rana’nın kendisine baktığını fark edince yanında ki arkadaşına işaret verdi, Rana hemen bakışlarını kaçırdı onlardan. Bir daha da bakmadı o tarafa. Birazdan küçük bir çocuk bir mendil içinde Melike’ye içinde ceviz içi olan birkaç bastık (üzümden yapılan bir tür kuru tatlı) getirdi. Bir şeyler söyledi. Melike başı ile gizlice teşekkür işareti yaptı karşıya.
-Benim kaşenim gönderdi. Senin kim olduğunu soruyor, arkadaşına seni kaşen yapalım mı diye haber göndermiş.
-Melikeee, sen ne diyorsun? çok kızarım.. deyince
-Tamam tamam dedi ve karşıya olumsuz anlamında bir kaş göz attı.
Artık o tarafa hiç bakamıyordu.
Kızmış, sinirlenmişti.
Birazdan ya amma da büyüttüm, gül geç dedi içinden. Ciddiye alma, alt tarafı bir köylü geleneği dedi. Katılmazdı o kadar. Kendi kendine gülümsedi.
Ama içinde merak uyandı.
Kaşen namzetine çaktırmadan bir baktı şöyle. Beğenmezdi bu çocuğu zaten. Gerçi fena da değildi ama. Neyse…
Tekrar kendine güldü, hatta farkında olmadan kendi kendine gülümsedi. Birden nerede olduğunu hatırlayarak durdu. Yüzüne anlamsız bir ifade vererek adeta maske taktı, etrafı seyretmeye başladı.
Gözlemdi onun işi. Hemde en iyisinden. Allah’ın köyünde ki işe bak. Kaşenlik teklif eden çocuğa çaktırmadan birkaç kez daha baktı.
Dikkatini oyuna verdi.
Her tarafta sahipsiz çocuklar oraya buraya koşuyorlardı. Hatta iki üç yaşlarında zor yürüyen bir bebek aniden ortaya çıktı. Kimse oralı bile olmadı. Sanki hiç bir şey olmayacağı, olamayacağı belli idi. Oyundaki kızla oğlan bebeğin etrafından dolaşarak oyunlarına devam ettiler. Yavru hiçbir şeyin farkında bile değildi. Elindeki elmayı ısırmakla meşguldu. Birazdan bir kadın elinden çekip götürdü. Buradakiler ne kadar rahat, herkes kendini güvende hissediyor diye düşündü.
Sık sık tabanca sıkılıyordu.
Çok rahatsız oldu. Bir kaç kez eliyle kulaklarını tıkadı.
Bir kez yönetici de oynadı uzun esmer bir kızla, adam ellerini hafif yumruk yaparak, her iki kolunu yukarı doğru bir yırtıcı kuş gibi kaldırıyor, dizlerinden kırdığı bacağını öne atarak yüzünde mutluluk ve espri dolu bir ifade ile dönerek oynuyordu. Sanki uçuyordu. Ritim ve müzik ile inanılmaz uyumu vardı. En çok onun oyununu beğendi.
Akordiyonu çalan genç ise hiç konuşmuyor, sağ bacağının üzerine yaslanmış, sol kolu körüğü hiç durmadan hareket ettirirken her iki eli harika bir ritim ve hızla çalıyordu. Okulun müzik kulübünde de akordiyon çalan öğretmenler vardı ama hiç bu kadar iyi enstrumana hakim kişi görmemişti daha önce. Çalışında nota mota yoktu. Doğaçlama bir müzikti bu. Halkada sabit duran akordiyoncu bilahare yavaş yavaş halkaya teğet yürümeye başladı. Hiç oynayanlara bakmıyor sanki kendi dünyasında düşüncelere dalmıştı…
Nerden öğrenmişti acaba çalmayı? Böyle bir köyde bu kadar kaliteli ve büyük bir akordiyon ne arıyordu?
Müziğe konsantre oldu. Hızlı, canlı bir parçaydı çalan.
Herkesin içini kıpır kıpır yapıyordu. Babasının anlattığı anıları hatırladı.
Bir an sanki kalabalık kayboldu.
Yalçın karlı dağlardaydı, coşkun akan köpüklü ırmaklar vardı. Kayalık vadilerde, ulu ağaçlar altında güçlü bir aslan, çevik bir ceylanı kovalıyordu. Çıkan seslerde aslanın ayaklarından ve nefesinden geliyor, ceylansa alabildiğine kalbi atarak, uçarcasına sıçrıyordu. zihninde ceylanın kalbindeki korkuyu, aslanın kalbinin arzuyu hissedebiliyordu. Çevik, körpe vucutların çıkardığı sesi duyuyordu. Açlığın arzusunu, hırsını, ölümüne kaçışın seri, kıvrak manevralarını, hızını, coşkunun ve mücadelenin nefesini, umudunu hissetti. Birden müzik değişti. Akordeoncu başka bir parçaya geçmişti.
Şimdi uçsuz bucaksız dağlar arasında bir kartal yükseklerde süzülüyordu. Kanatları ritmik sallanırken keskin gözleri bilge ve kararlılıkla hedefini seçti. Dalışa geçti. Kalp ritmi hızlandı. vadide ki Ceylanı o avlayacaktı. Öyle bir arzu duydu ki kanatları vücuduna yaklaşarak çelik kesildi. Bir şimşek gibi iniyordu vadinin kalbine. Hızla, arzuyla çevrede onu seyreden ve ritim tutan herşeyi kaale almadan hedefine yöneliyor, gözleri ile ceylanın yüzünden bir şeyler almak istiyordu. Ceylansa ürkek, korunacak bir yuva arıyordu olanca zerafetiyle.
Sağ kolunu kaldırarak yere paralel hale getiren erkek sol kolunu da omuzdan aynı şekle getirdi. Sol dirseğini kırarak yüzseksen derece çevirdi ve iki eli de aynı yönde yarım yumruk yapılmış halde ritmik hafif eller aşağı bükük sekerek yürümeye başladı. Bakışları kartal gibiydi. Kızsa sanki ürkek ve zarif bir ceylan ona doğru meyletti süzülerek. Yan yana geldiklerinde birbirlerine bakan gözlerle bir vucut olmuşlardı sanki. Kızın kolları da birer zarif dal parçası gibi açılmış, esen rüzgarlarda sallanıyordu.
Tam kafkas figürlerine benzedi diye düşündü içinden. Bu folklorik oyun bir harikaydı.
Hakkaten ya! aynısı dedi.
Figürler boşuna değilmiş diye düşündü. Gerçek ortamında şimdi daha iyi anlamıştı. Oyunda anlatılan erkeğin koruyucu, kollayıcı erkekliğini ve kadının zerafet dolu ona eşlik eden destek veren olmazsa olmaz erkeği insan yapan şefkatli ruhunu hissetti. Bir kültür öğesi ancak bu kadar fıtratlarla uygun olabilirdi.
Aklında daha bir çok şey zamanla aktı. Gecenin karanlığında bir çok duygu arzu, fikir yıldızlar gibi yandı, gitti.
Bir an akordeoncunun yüzünün asıldığını gördü, yorulmuştu galiba. Sesler son oynayan kızın balkon altına yavaşça yaklaşması ve ona eşlik eden erkek oyuncunun karşısında iki ayağını birbirine yaklaştırıp elleri ile kızı alkışlıyormuşcasına saygılı bir ifade ile selamlamasıyla kesildi. Kızda erkeğe cephesini verip hafifçe onu selamladı, sessizce yerine geçti.
Yerde tozla karışık sarı saman o zaman dikkatini çekti. Hafif su ile yerler sulanmıştı. O yüzden toz olmuyordu.
Bu arada ezan okunmaya başlayınca bir mola verildi sanki.
Sessizlikte yan taraftaki kavaklıktan gelen hışırtı sesi dikkatini çekti. Sonbaharda sararan yapraklar hafif rüzgarla düğün alanına parıltılı çiçekler gibi iniyordu.
Bir sürü kişi evin avlusuyla kavaklığı ayıran bir kısmı tahtadan bir kısmı çalıdan taşlı bir duvar gibi yerde uzaktan düğünü seyrediyordu.
Bir tanesi ise tahta çitin üzerinde yandaki erik ağacının dalından topladığı meyveleri yiyerek dalgın bir şekilde halkaya bakıyordu. Atletik, tipi düzgün bir çocuktu. Saçları üstte uzun ensede kısa kesilmiş, üstü başı şekilliydi. Gözlükleri ciddi bir imaj veriyordu yüzüne, çok da modern bir çocuk dedi içinden. Bu kadar kolay o yüksekteki kalasın üzerinde nasıl duruyordu ki. Arada bir birileriyle konuşuyor, sanki herkesi tanıyordu. Hemen yanında aynı yaşlarda iki arkadaşı duruyor, onlarla sohbet ediyordu. Ne olursa olsun hiç şaşırmıyordu. Aynı rahatlıkla fonun bir parçası olmuştu.
Ezan bitti. yönetici elindeki kalın uzun sopayı havaya kaldırarak çeçence birşeyler söyledi. Tam anlamadı.
Düğün tekrar başladı.
Aynı coşkulu ritim, aynı hız. Sanki dağlardan gelen bir rüzgar gibi doldu avluya.
Rana’da havaya girmişti. Ne de olsa bende bir Çeçenim diye düşündü. Keyfi yerine gelmişti, sanki hep bu düğünlerde geçmişti zamanı. Sanki hiç yabancısı değildi ortamın. Halbuki hem ilk kez görüyor hem de hiç kimseyi tanımıyordu.
Bir ara ritim durdu. Sessizlik oldu. Birden şişman, ellili yaşlarda ki bir kadın elinde küçük bir mızıka ile ileri doğru yürümeye başladı. Akordiyoncu da akordiyonunu sırtından çıkararak yere koydu. Yönetici eliyle kadına gel, gel der gibi çağırıyor, bir taraftanda Rana’nın görmediği ahır altı, köşe taraftan birisini işaret ediyordu. Yönetici mızıkayı aldı. Bir başkasına verdi. Başını kızların arasından uzatarak mızıkanın kime verildiğine baktı.
Sarı, uzun saçlı simsiyah elbiseli çok güzel bir kızdı mızıkayı alan. Duru ve asil bir güzelliği vardı. Ampullerden kaynaklanan sarı ışık altında sanki bir altın parçası gibi ışık saçıyor yada yansıtıyordu. Ne kadar güzel birisiymiş dedi içinden. Hayatında gördüğü en güzel kızdı. Rana’nın ters tarafında kaldığı için onu görmemişti. Yere bir yükseklik koydular hızla. Kız hiç etrafına bakmıyor sadece önüne bakıyordu. Hafif kızarmıştı bakışlardan. Başını öne eğince altın güçlü saçlar herkesi selamladı. Üzerindeki siyah elbise parıldıyordu, boynundaki altın kolye gibi. Ne kadar yakışmıştı elbisesi uzun incecik bedenine. Garip bir edep vardı kızda. Haya, iffet yada aklınıza ne gelirse bütün güzellikler sanki kızda toplanmıştı. En çok da asalet. Evet, bu kelime daha çok yakışmıştı mızıkacı kıza.
Mızıkacı zarif elleri ile önce birkaç küçük sesten sonra sessizliği bozdu. Hüzün dolu bir ses başladı az önceki vahşi ve güçlü akardiyon sesinin yerine. Derinden gelen inanılmaz bir ağıt. Bir naat. Ne garip ironi dedi içinden. Gözlerini kıza fiksledi. Bakacak başka ne vardı ki burada.
Müzik başlamasına rağmen oyun başlamadı. Bir trans havası vardı ortalıkta. Herkes susmuştu. Acılı, soylu bu ağıt herkesi durdurmuştu. Sanki rüzgar, kavaklar, zaman bile durmuştu.
Öyle güçlü bir naattı ki çalan, öyle etkili, öyle kalbinden yakalamıştı ki kalabalığı, kimse müzik dışında bir şey dinleyemiyordu.
Yönetici birden elindeki sopayı havaya kaldırıp bağırdı.
Büyü bozuldu.
Halkanın yakınındaki iriyarı, başında köylü kasketli yaşlı bir adama doğru ilerledi. Eliyle gençlere haydi anlamında hareketler yapıyordu. Ritmik tekdüze alkış tekrar başladı. Mızıka zaten hiç durmamıştı. Bakışlar kızdan adama doğru kaydı. Müzikse hala etkisini devam ettiriyordu.
Yaşlı adam tıraşlı, gömleğinin en üst düğmesi kapalıydı. Biraz çarpık bacaklı, yavaş hareket eden bir köylünün elleri işçi elleriydi, kocaman ayakları da öyle. Burada bir çok kişide gördüğü siyah çarıklar vardı ayağında. Yanına yöneticinin yaklaşması ile o da halkaya doğru yürüdü. Yönetici birden adamın siyah çarıklarını eğilip ayağından çıkarttı. Bir an ona engel olmak isteyen adamcağız yöneticinin işi bitince kızgınlık yada pişmanlık göstermeden hiçbir şey olmamış gibi halkanın ortasına doğru yürümeye devam etti. Ortalık karıştı, haykırışlar, alkışlar hareketlenmeler oldu. Adamcağız elleri ile onları, yukarıda ki damdaki kadınları ve bütün kızları yavaş yavaş selamladı. Hiçbir kız halkaya yönetici tarafından alınmamış olsada oyununa başladı. Yöneticide kızlardan birine içeri gir gibi bir hareket yapmıyordu. Birkaç hareketten sonra kızlardan biri spontan halkaya girdi ve ikili oyun başladı. Adamcağız zaten yaşlıydı ve hızlı hareket edemiyordu ama yine de gözleri, elleri, vücut hareketleri ile ritme ve müziğe inanılmaz uymayı başarmıştı. Arada bir gülümsüyor yanına yaklaşan oyuncu kıza bir şeyler fısıldayarak garip naralar atıyordu. Halkada ki gençlerde coşmuştu. Oyuna birden girerek katılan kız aynı hızla çıktı ve anında bir başkası yerini doldurdu. Adamcağız yeni bir mutluluk dalgasına kapıldı sanki. Birkaç kız daha devamında girdi çıktı oyundan.
Rana’nın dikkati dağıldı, çevreye bakmaya başladı.
Nedense bakışları önce halkaya sonra da çitin üzerindeki delikanlıya takıldı, kaldı. Amaçsızca belkide şuursuzca erik yiyen yakışıklı çocuğa bakmaya başladı. Bayağı kaslı kolları vardı, hiç de kaba değildi. Dik omuzları üzerinde başı çok asil duruyordu. Üzerindeki ince tişörte rağmen hiç de üşüyormuş gibi durmuyordu. Birden kendisininde üşüdüğünü fark etti. Melike’ye yaklaştı.
Dalgın bir şekilde dururken birden çocuğun gözleri Rana’ya çevrildi. Bir an ne yapacağını bilemedi. Evet yakalanmıştı.
Çocuk kendisine baktığını anlamıştı. Nefesi ve belki de kalbi durdu. Utandı, kızardı, şaşkınlıkla ne yaptığını bilemeden bakışlarını zoraki titreyerek düğüne çevirdi.
İfadesiz maskesini yüzüne takmaya çalışıyordu ama nafile. Kalbi hızlandı. Yüzüne kan bastı. Galiba çocuk da bakışlarını kaçırdı. İyice Melike’ye yaklaştı. Kız ne oluyor gibi ona baktı. Kayıtsız bir bakış attı ona. Düğünü seyrediyor gibi yaptı. Melike sorgulayıcı moddaydı. Bir şey hissettir memeliydi. Biraz sonra garip duygularla, kendisine hakim olamayarak o tarafa tekrar baktı. Allahım!… çocuk da o an ona ilgiyle bakıyordu. Harika gözleri vardı. Yemyeşil, nasılda etkiliydi bakışı.
Bu bakışları bütün kızlar bilirdi. Hemen ne olduğunu anladığı bakışlardı bunlar. Tekrar oyuna döndürdü gözlerini.
Yönetici birinin getirdiği iki adet büyük kama benzeri bıçağı oynayan kasketli adama verdi. Adam ellerinde keskin bıçaklarla oynamaya devam etti.
Birazdan zarif mızıkalı kızda daha yavaş bir melodiye dönüştürdüğü müzikle ve kendisi de oynamaya başladı. Herkes çok heyecanlanmıştı. Beraber koro halinde bir şarkı söylemeye başladılar. Oysa artık konsantre olamıyordu, müzik bile durdu sanki.
Melike’ye
-Ben gitmek istiyorum, hadi! diyerek cevap beklemeden kendisini avlunun giriş bölümüne attı. Sokağa çıktı. Çıkarken çitteki çocuğa kontrolsüzce tekrar baktı, o da koroya katılmış değişik ritme dalmıştı. Bakışlarını zor ondan çevirdi. Hızlı adımlarla yukarı doğru yürümeye başladı. Garip bir şey vardı boğazında, göğüs kafesinde. Daha önce yaşamadığı bir şeyler. Oradan uzaklaşması lazımdı.
Melike koşarak ona ancak sokağın yukarısında yetişti.
-Ne oldu?
-Üşüdüm.
-Yaaa.. bende inandım. Kime baktığını gördüm.
-sussana yaaa…
Beraber karanlıkta kayboldular.
Yahyahan Güney
Başakşehir
2010 07 15