Halisat
Yaşlı kadın evimizin karşısında yaşıyordu. Saçları iyice kırarmış, yüzünde yara izlerine benzeyen ancak zamanın yol açtığı derin çizgiler vardı. Bacaklarındaki ağrıdan dolayı yavaş ve zor yürüyordu. Bacaklarını tedavi etmek için bir gölcüğe girer ve orada bacaklarını sülüklere emdirirdi. Sülüklerin açtığı yaraları gördükçe iğrenirdim. Onun kadın olduğu ancak masmavi güzel gözlerinden belli oluyordu. Köye döndüğümüz ilk günden beri ona ısınamamıştım. Annemin de ona çok sempati duyduğu söylenemezdi.
Onun geldiğini görünce annemin bir davranışı dikkatimi çekti. Hemen masayı temizler, masada et veya etli bir yiyecek bırakmaz, ekmek, soğan, peynir, çökelek koyardı. O varken masada etli bir yiyecek bulunmazdı. Ben de etli yemek yiyebilmek, karnımı doyurabilmek için onun gitmesini beklemek zorunda kalır, onun bir an evvel gitmesini beklerdim. O ise acele etmez, tv. yi açmamı ve anlatılanları tercüme etmemi isterdi. Aç karnına bir de Halisat’a çevirmenlik yapmam gerekiyordu. Savaş filmlerini severdi Helisat. Sonunda kalkar, annem de onu dış kapıya kadar geçirir dönünce de bana kızardı. O gittikten sonra soğuyan yemeği önüme koyarken bir yandan da söylenirdi.
– O gidene kadar sabretsene!
10. sınıfa geçmiştim. Babam ve annem artık bana daha farklı ve hoşgörülü davranıyorlardı. Bunu fark etmekle birlikte istismar etmedim. Annemi incitmekten ya da babamı darıltmaktan endişe içinde Helisat’ı idare ediyordum.
Üniversiteye kayıt yaptırdığım sırada Helisat öldü. Bütün köyün katılımı ile defnedildi. Taziyesinde daha önce görmediğim pek çok insan vardı. Sonra taziye yemeği için bir boğa kestiler. Yemekler pişirildi. Büyük et parçaları tabaklara koyuldu. Biz gençler yemekleri uzun masalara yerleştirdik. Herkes ayrıldığında, tabakları topladık ve cenaze töreninden sonra bahçeyi temizleyen kadınlara yardım ettik. Bazı tabaklar tamamen boştu. Çoğu tabaklarda ise patates ile et suyu yenmiş ve fakat etlere dokunulmamıştı. Komşularıyla bulaşıkları yıkayan anneme, son tabağı getirdikten sonra, homurdandım:
-Et yemek istemeyenler tabağına et koydurmasaydı. Bir hayli et ziyan oldu.
Annemin omuzlarının titrediğini gördüm. Sonra başörtüsünü ağzına kapattı. Derin bir inilti duyuldu ve gözyaşları akıyordu. Kadınlar etrafını sardı. Bir komşu teyze sırtıma vurdu:
— Ona ne dedin, niye gücendirdin cal(köpek)!
– Ben ona bir şey söylemedim. Sadece et yemeyenlerin tabağına neden et koyduğunu sordum.
Halimat teyze yavaşça bana sarıldı:
– Vaaa, San dashonig ( Benim altınım)!..
Sonra daha sıkı sarılarak ve sarsılarak o da ağlamaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordum!
Annem eve geç döndü. Babamla gaz lambasının ışığında oturuyorduk. Anneme sordum:
-Ben orada kötü bir şey mi söyledim? Yanlış bir şey mi dedim?
Babam ne olduğunu sordu. Annem cevap vermedi. Sonra bana ne olduğunu sordu. Her şeyi anlattım. Babam dışarı çıktı. Annem sessizce masayı hazırlamaya başladı.
– Orada yemek yemene izin vermedim. Acıkmışsındır.
Önüme bir tabak dolusu etli yemek koydu. Babam geri döndü. “Onu tanıyan kimse et yemedi mi?” diye başladı ve anneme baktı.
“O zaten bir yetişkin…” Bana anlatmanın bir sakıncası olmadığını ima ediyordu.
Bu akşam kendi babamdan, 23 Şubat 1944 te tüm Çeçenlerin Sovyet iktidarının düşmanları olarak Sibirya’ya sürgüne gönderildiğini ilk kez duydum.
-Helisat gençliğinde çok güzeldi. Ama erken dul kaldı beş çocukla.
-Helisat’ın bacaklarını gördün mü?
Babam hikayesine devam etti.
-Kazakistan’da açlıktan ölen dört çocuğunu kendisi gömdü. Sonuncusu en küçüğü ölüyordu. Ölümü uzun sürdü . Son anlarında annesine bir parça et yemek istediğini söyledi. Ölmekte olan yavrusuna verecek eti yoktu. Helisat bacaklarından iki parça kesti. Onları ocakta kömürlerin üzerinde kızarttı. Et hazır olduğunda, kız artık nefes almıyordu. Tek başına gömdü. Yanında kimse yoktu. Kızının cesedi ile birlikte kömürleşmiş parçaları da gömdü. Helisat, kızı günahsız gittiği için Tanrı’ya şükrediyordu.. Ve bundan sonra hayatı boyunca bir daha asla ete dokunmadı.
Şaşırdım.
– İnsanlar neredeydi? Yardım edecek kimse yok muydu?
– Yaşadığı yerde kimse yoktu. SÜRGÜN edildiğimizde, bir asker annesi olduğu için, çocuklarıyla birlikte bizden ayrıldılar. Biz Kırgızistan’a, o ise Kazakistan’a sürgün edildi. Oradan yalnız döndü. Oğlu ikinci dünya savaşı zaferine iki gün kala cephede öldü . Berlin’in merkezinde öldü.
Anneme baktım.
– Mezarlığa ne zaman gidiyoruz?
– Sabahleyin. Güneş doğmadan önce.
– Beni de uyandır. Babamla gideceğim.
O gün et yemedim.
Mezarlıkta cenaze töreninde olduğu kadar insan yoktu. Hoca mezar üzerinde Yasin okudu. İnsanlar sessizce taze mezara doğru eğildiler ve elleri ile toprağa dokundular. Kadınların beklediği mezarlık kapısına doğru yürüdüler. Annem de oradaydı. Mezara en son ben yaklaştım. Yetişkinleri taklit ederek elimi soğuk, gevşek bir yere koydum. Orada, yerin iki metre altında, kısa bir süre önce benimle televizyon izleyen Helisat yatıyordu. Bir an ölüm duygusuyla irkildim. Beni kimin aldığını bilmiyorum. Birileri düşmemi engellemişti. Bir süre sonra kendime geldim. Annemin kadınlar arasında beni beklediği kapıya doğru daha emin adımlarla yürüdüm. Sevgi ve kaygıdan parlayan gözlerini gördüm. Sonra Helisat’ın gözlerini hatırladım. Mavi-Mavi !.. Şimdi sadece çok güzel bir kadın olabileceğini düşünüyorum.
Ali Bolat
Hikayesi güzel bir yazı. helisat a Allah rahmet eylesin