Çeçence İncil
Türkiye’de Mahkemelerde ifade alınırken hâkim önce kişinin eğitim durumunu soruyor; eğitim seviyesine bakmaksızın eğer herhangi bir okula gitmişse, ilkokul mezunu olsun ya da hangi üniversiteyi bitirmiş olursa olsun ona ‘okuryazar’ diyor, okuryazar olmayana da ‘cahil’ diye zabıtlara geçiriyor. Kültürü taşıyan esasen dildir. Doğrusu belki nefsimize biraz ağır da gelse biz kendi ana dilimiz konusunda ‘cahil’ kaldık. Konuşma olarak dilimizi bugünlere çok güzel taşıdık. Ancak hızla yaşadığımız köylerden değişik nedenlerle şehirlere dağılmamız, televizyonla tanışmamızdan sonra (başkaca nedenleri de tabii ki var) okuma yazmaya da geçemediğimiz için, sıcakta karın eridiği gibi ne yazık ki güzelim dilimiz hızla eriyor. Gençlerimiz ve çocuklarımız ana dilimizi bilmiyor. O kadar zengin bir edebiyata sahip olan ana dilimiz Çeçence ile kültürü taşıyan ana öğeler olan müziğimizden ezgileri, şiirleri, mevlidi bilen kimsemiz sanki kalmadı. Binlerce yıldır atalarımızın bizlere kadar getirdiği bu güzel emaneti bizden sonraki nesillere aktarmak gibi önemli bir sorumluluğumuz var.
Tam da böyle bir dönemde teknoloji büyük fırsatları önümüze getirdi. Bütün sınırları aradan kaldırdı. Artık dünyanın neresinde olursa olsun bütün gazeteleri günlük okuyabiliyor, her tür bilgilere ulaşabiliyoruz. İsteyenler için internet ortamında her türlü bilgi edinme imkânı var. Dilimizin ve kültürümüzün yaşatılması için en büyük kaynak Daymoxk Çeçenistan. Her tür müzik, kitaplar, dergiler, gazete ve televizyonlar ve iletişim araçları mevcut. Elbette bunlar yeni oluşmadı. Her zaman var olmuş. Yazarlar, sanatçılar, sürekli eserler üretiyorlar. Zengin müzik dünyası var. Çeçenistan televizyonu artık Türkiye’de de izlenebiliyor.
Birkaç yıl önce Münih’e gittiğimizde bir aile ziyaretinde bulunmuştuk. Sohbet sırasında konu orada yaşayanların Türkçeyi konuşmalarına geldi. Birisinin şu tespitini hatırlıyorum. Almanya’da yaşayanların çocukları kendi ana dilleri olan Türkçeyi çocuklarına öğretmekte çok zorluk çekiyorlarmış. Türkçe kaybolup gidiyormuş. Ancak uydu kanalları devreye girip Türk televizyon kanalları Almanya’da rahatlıkla izlenmeye başladığında bu risk ortadan kalkmış. Artık çocuklar da rahatlıkla Türkçe konuşuyormuş.
Bizler kendi ana dilimiz ile bu kadar uzak kalmış iken, hem de bizim şartlarda iken dile erişim bakın neler kazandırıyor.
1984- 85 yıllarında Çardak’a Verner isminde İsviçreli birisi gelmişti. Zayıf, uzun boylu, kızıla yakın sakallı ve Türkçeyi de bilen birisi. Sosyal bilimci. Çeçence öğrenmek istiyor. Onunla birlikte gelen Meryem isminde bir bayan da Avarca öğrenmek için Göksun Ortatepe köyüne gitmiş. Verner, Çardak’ta bir yılı aşkın bir süre kaldı. Tam emin değilim, belki de iki yıl. Elinde defteri ile her konuştuklarına sorular soruyor, büyüklerinin hikâyelerini dinliyor ve ciddi bir şekilde not ediyordu. Herkes ile çok samimi olmuştu. Verner artık Çardak’lı biri gibiydi. Onlardan birisi gibi yaşıyordu. Herkeste ona elinden geldiğince yardımcı oluyordu. Bağları, bahçeleri birlikte geziyorlardı. İnsanlarla çok iyi bir iletişim halindeydi. Hızla Çeçenceyi ve onların örf ve adetlerini öğreniyordu. Onunla ilgili anıları olanlarımız mutlaka vardır. Sempatik ve ilgili idi. Neden Çardak’a gelip dil öğrendiği ile ilgili kimsenin net bilgisi yoktu. Ancak yabacı birisinin, hele avrupalı birisinin kendi dilimizi öğrenmesi doğrusu hoşumuza gidiyordu. Onu sevmiştik. Uzunca bir zaman geçirdikten sonra Verner Çardak’tan ayrıldı. Bir daha da ondan haber alan oldu mu bilmiyorum.
1987 yılının nisan ayında avukatlık bir iş için Ürdün’e gitmiştim. Zarka’da Nebil isminde lisans eğitimini İstanbul’da yapmış, o dönemden amcamın yakın arkadaşı da olan bir ağabey var. Kendisi dilbilimci. Ürdün’de Almanlara Arapça, Araplara da Almanca öğretiyor. Nebil, Çeçence konusunda da çok iyi bir uzman. Çocuklarının eğitim şeklinden çok etkilenmiştim. İlkokul çağında çocukları vardı. Evde aile içinde kesinlikle Çeçence konuşuyorlarmış, okulda ise Arapça. Evlerinde Sri Lankalı dadı vardı, Onunla da İngilizce konuşuyorlar. Üç dili de çok iyi biliyorlardı. Ürdün’deki Çeçenler genellikle dillerini yaşatıyorlar. Kanaatimce bunun bir nedeni Kafkasya’dan gelip yerleştikleri üç yer var. Zarka, Suveylah ve Suhna. Halen hemen hepsi buralarda yaşıyor, dağılmamışlar. Bir diğeri de Ürdün Devleti onların mecliste temsilleri dâhil olmak üzere haklarını gözetiyor. Ayrıca Çeçenistan ile de uzun zamandır diyalogları iyi.
Nebil bana; birkaç ay önce buraya Verner isminde birisi gelmişti, deyince şaşırdım. Hayırdır dedim niçin gelmiş? Çeçence bir İncil yazmış, onun dilbilgisi yönünden düzeltmelerini yaptırmak üzere bana getirmiş dedi.
Bizim okuyup yazamadığımız kendi ana dilimizle yapılan bu çalışma, bizim için ibretlerle dolu değil mi? Verner, belki de gerçek manada halkını ve ülkesini ne şekilde sevmek gerektiğini bizlere göstermişti. Çağımız bilgi çağıdır ve bilgi en büyük sermayedir, güçtür. Dünyayı yöneten devletler sosyal bilimlere çok önem veriyorlar. Ülkelerin, halkların kültürlerini, yapılarını, zayıf ve güçlü yanlarını iyi analiz ediyorlar. Hür ve egemen olmanın, kul köle olmamanın tek yolu, önce kendi diline ve kültürüne olmak üzere çok iyi şekilde her türden bilime ve bilgiye ulaşmaktır. Bizlere düşen, bütün gücümüzle çocuklarımızın en iyi şekilde okumalarını ve her alanda başarılı olmalarını sağlamaktır. Kendi benliğini ve değerlerini de unutmadan bunu yapmaktır.
Aradan birkaç yıl geçti. Sovyetler Birliği dağıldı. 1991 yılında Moskova’ya gittim. Ahmet isimli arkadaşımın evinde televizyonun üzerinde bir kitap gördüm. Yaklaşıp baktım. Kiril alfabesi ile yazılmış ‘ÇEÇENCE İNCİL’.
Benzer bir olay da şarkışla da oldu, aşağı yukarı aynı yıllarda hatırladığım kadarıyla Finlandiyalı 20 yaş civarında bir kız, Şarkışla nın Yeniyapan köyünde (Aphaz) 2 yıl yaşadı, ve gitti.
O Çeçence İncil’i Werner aslından çevirip yazmış olmasın ? Kendinin Çeçence, eşinin Avarca öğrenmedeki azmi ve amacı misyonerlik olmasın ?