Çardak Çeçen Düğünü 1

Yatsı ezanı köyün ağaç minaresinden okunmaya başlayınca hafif bir sessizlik oldu. Avludaki herkes hafifçe bir kıpırdanmadan sonra sustu. Sessizce bekleşilmeye başlanıldı. Ezandan sonra düğün devam edecekti.
Bin dokuzyüz seksenüç yılının son yazı idi. Sıcaklar yavaşça geçmek üzereydi. Esen rüzgar kimseyi üşütmüyordu. Sessizlikle kavak ağaçlarının sesi daha iyi duyulmaya başlandı. Evin avlusunda ise büyük bir asırlık dut ağacı yıllara meydan okumaktaydı.
İki katlı evin kalın kalaslara yapılmış boydan boya geniş balkonunda çocuklar, yaşlı kadınlar oturmakta ve aşağıyı meraklı gözlerle süzmekteydi. Bazı hanımlar kendi aralarında alçak sesle sohbet ediyor, bazıları ise aşağıdaki kalabalığa doğru araştırıcı bakışlarla hiç durmadan bakıyordu. Aynı manzara eve dik açılı ve tek katlı damın üzerinde de devam ediyordu.
Eve bitişik örtme denen, aşağısı avluya doğru tek taraflı açık, üzeri kalın hezen (bir nevi büyük kalın ağaç) ve merteklerden yapılmış toprak damı büyük ve uzun hayvan ahırı takip ediyordu. Uzun damın evden uzaklaşan tarafında giderek kalabalık azalıyor, birkaç küçük kız çocuğunun beyaz mermerden lolo taşı çevresinde koşuşturması dikkati çekiyordu. Arka tarafsa gübrelikti.
Ezan biter bitmez tamada (düğünü yöneten akil kişi) elindeki kalın uzun sopayı havaya kaldırarak;
-Tuuğ darış! (alkış çalın) diye bağırdı.
Avluda ciddi bir kalabalık oluşmuştu. Kızlar örtmenin önünde teksıra duruyor, sıra balkonun altındaki merdivene kadar uzuyordu. Balkonun altında bir o kadar daha genç kız düğünü izliyordu. Kızlar ellerini hafifçe müziğin ritmine uygun olarak çarpıyor, mimikleri ve gözleri sabit düğünü seyrediyorlardı.
Çardak kalabalık bir yerleşim bölgesi olmakla birlikte yine de bir taşra beldesiydi. Ancak düğünde özellikle genç kızları görenler hepsinin gelişmiş şehirlerden geldiğini düşünürdü. Bir çoğunun saçları uzun, bakımlı ve tenleri berraktı. Elleri hiç tarla görmemiş, çapa tutmamıştı. Gecenin karanlığında her biri bir ışık gibi parlıyorlardı. Temizlik, asalet ve nezaketin temsilcileriydiler sanki. Pahalı ve şık elbiseleri vardı. Kendi aralarında konuşmalarında, mimiklerinde bir özgüven hissediliyordu.
Erkekler ise daha taşralı idiler. Bir çoğunun saçları 1980’li yıllarda moda olduğu üzere favoriler kısa, enseler uzun olarak kesilmişti. Paçası dar, beli şalvar tipi pantolonlar giyerek modayı takip ettiklerini gösteriyorlardı. Kızların aksine kollarını havaya kaldırarak hızlı tempolu, gürültülü kimseyi takmayan halleri vardı. Herkes mutluydu. Hatta fazlasıyla.
Yan taraftaki  kavaklıktan düğünü seyreden Emirhan 1960 ve 70’lerin resimlerini hatırladı. O zamanda geniş paçalı, beli dar pantolonlar, saçları uzun gençler dolaşmıştı bu köyün sokaklarında. Daha öncede kimler kimler… Kocaman kocaman yakalı, daracık gömlekleri, aşırı geniş ve renkli gravatları düşününce gülümsedi. Herşey nasılda değişiyordu. Şimdi o zamanın gençleri büyümüş evli barklı ebeveyn olmuşlardı. Düğünlere uzaktan bakıyor, kendi çocuklarını izliyorlardı.
Emirhan’ın yaşı bu ağustosta 16 olmuş, liseyi yeni bitirmişti. Üniversite sınav sonuçları açıklanmış, kısmetse istanbul’da okumaya devam edecekti. Her yıl olduğu gibi köye gelmişlerdi.
Aslından Çardak bir köy değildi, hatta bir zamanlar ilçe bile olmuştu ama çeçenler hep köy demişlerdi nedense.
Bir sığınaktı Çardak; sivas’tan, Muş’tan, Adana’dan bir çok kafkasyalı burayı bilir burası ile akrabalıklarını devam ettirirlerdi. Sohbet meclislerinde derin ve geniş konuların konuşulduğu, çok farklı ve zengin kültürün olduğu bir yerdi. Çevre ilçe ve illerde bile ismi bilinir, Çardak’lı olmak kültürlü olmak ile eş anlamlı anlaşılırdı. Sokaklarında kiminle karşılaşacağınız belli olmazdı.
Akardionu da iyi çalarlardı Çardak’ta. Coşkun akan bir nehrin çıkardığı ses gibi çalıyordu şimdi de, durmadan, delicesine, feleğin inadına…
Kavaklığın değişik yerlerinde sessizce içki içen ve sohbet eden kişilerden biraz rahatsız olmuştu. Yan tarafta bulunan erik ağaçlarının önüne geçti. Ne güzel oluyordu ilkbaharda nanoldug’lar (ilkbaharda erik ağaçlarında olan döllenme meyvesi). Kertin (çalı ve tahtayla yapılmış iki araziyi ayıran çit) üstüne çıktı. Dallardan aldığı artık bozulmaya yüz tutmuş erikleri yerken düğünü birazda yukarıdan seyretmeye devam etti.
Akardionun hızlı ve ritmik sesi birden kesilince Emirhan kendi dünyasından sıyrıldı. Alkış durmuştu, birisi bekleniyordu. Büyük düğün halkasının yanından bir örtülü, ortayaşlı kadın elinde küçük mızıka ile geldi. Tamada mızıkayı alarak ikinci sırada bulunan uzun boylu sarışın kıza verdi. Genç delikanlılardan biri bir kütük parçasını getirerek, hep yere bakan kimseyle gözgöze gelmeyen kızın önüne koydu. Akardioncu gençte akardionunu sırtından çıkararak yere bıraktı. Beklemeye başladı. Uzun boyulu kız biraz öne çıktı.
Emirhan kızın ellerini o zaman fark etti. İncecik, bembeyaz, sanki kırılacak gibi zarif billur parçaları mızıkayı hemencecik sardı. Sanki okşuyordu mızıkayı, mızıkada onu. Sol dizini yerdeki kütüğün üzerine hafifçe kaldırarak koyan kızcağız bu sırada mızıkayı öne çıkan uyluğunun üzerine koyarak çalmaya başladı. Her kes ona bakıyordu. O ise yere. Başını öne eğdikçe beline kadar inen kızıl sarı karışımı saçları omuzlarından öne düşmeye başladı. Altın saçlar kız mızıkayı açıp kapatırken kolları ile beraber ışıltıyla salınmaya başladılar. Uzun, incecik parmaklar ne yaptığını iyi biliyor, adeta mızıkayı konuşturuyordu.
İçli bir ağlama geliyordu mızıkadan. Yüzküsür yıllık. Hayatı ve yaşanmış acıları anlatıyordu. Asil bir müzik dedi içinden Emirhan. Nasılda insanı derinlere çekiyor, aklın değil ruhun sesiydi bu. Kızın yüzünde de garip bir hüzün vardı. Müziği yaşıyordu. Belki de müzik mızıkadan değil kızdan geliyordu. Mızıka sadece onun acılarına ağlıyordu.
Uzun eteği, uzun kollu bir elbisesi vardı kızın. Tümüyle simsiyah giyinmişti. İncecik boynu uzun, düz ve pürüzsüzdü. Sarı, düz bir altın kolye de müziğin ritmine katıldı bütün göz alıcığıyla. Halkadaki birçok kişi gözlerini ayıramadan ona bakıyordu.
Tamada birden elindeki sopayı havaya kaldırıp halkaya yakın duran iriyarı, elli yaşlarında başında köylü kasketli bir adama doğru meyletti. Eliyle gençlere haydi anlamında bir takım hareketler yapıyordu. Ritmik tekdüze alkış tekrar başladı. Bakışlar kızdan adama doğru kaydı. Müzikse hala kalpleri yakmaktaydı.
Adamın küçük gözleri, kemerli geniş bir alnı vardı. Kocaman burnu, uzun sivri bir çenesi ve güneşte yanmış teni ile sıradan bir köylüy gibiydi. Sakal tıraşı olmuş, gömleğinin en üst düğmesini bile kapatmıştı. Elleri işçi elleriydi, kocaman ayakları da öyle. Yanına tamadanın yaklaşması ile o da halkaya doğru yürüdü. Tamada birden adamın ayaklarına eğilerek ayakkabılarını zorla çıkartmaya başladı. Yıpranmış eski püskü ayakkabıları vardı. Mahçup olmuştu adam. Bir iki sendeleyerek engellemeye çalışsa da başaramadı. Ayakkabıların havaya adeta atılarak çıkarılması ile kalabalık coştu. Naralar, ıslıklar, tabanca sesleri ortalığı inletti. Her tabanca atımından sonra çocuklar mermi fişeklerini toplamak için koşuşturuyor, ortalık toz duman oluyordu.
Yaşlı adam aniden utangaçlığını attı. Bir an mızıkayı dinledi. Genç delikanlılara dönerek onları eli ile selamladı. Yine naralar ortalığı inletti. Adam kızların olduğu bölüme giderek ileri geri figürler yapıyor, mızıkanın ritmine uyarak ellerini kaldırmış oynatıyordu. Siyah saçlı bir genç kız aniden kimseye sormadan ortaya hızla uçarcasına atıldı, kollarını yavaşça açarak erkeğin ayaklarına bakışlarını sabitledi. Geniş halkanın içinde hızlı, küçük adımlarla, salınmadan kayar gibi akmaya başladı. Bu bir anın sonunda bütün gözler tekrar adama yöneldi. O da sinyali almış gibi kızın anaforuna kapıldı. Geniş alanda girdaba kapıldı, akmaya başladı.
Yavaş ve kendinden emin ilerliyor, bütün orada bulunanlara kendince figürler yaparak selamlar veriyordu. Siyah saçlı kız değerini kaybetmişti artık, sanki sadece müzik ve çeçen adam vardı sahnede. Birazdan bir başka kız halkanın içine girerken ilk giren ortadan kayboluverdi. Sanki kızların hepsi onunla oynamak istiyordu. O ise hepsinin büyüğü, sahibi, sanki babalarıydı. Oyun devam ederken kızların biri girip birisi çıkıyordu.
-Yahya emmi! diyen sesler birbirine karışıyor, ne dedikleri anlaşılmıyordu. Herkesi uyaran bu kişinin esas oyunu mimiklerde, başı ve gözlerindeydi. Hiçbir akrobatik hareket yapmıyordu. Yavaş ve kendinden emin oynuyordu. Elleri, parmakları ve bileği yetiyordu birşeyler anlatmaya. Hafif alaycı ve gülümseyen yüzüyle herkese neşe ve mutluluk saçıyordu. Başını hafifçe eğerek muzip bir ifade ile oynadığı kızlara bakıyor, babacan bir tavırla sık sık gülümsüyordu. Arkasından yüzünü gökyüzüne kaldırıp kahkaha ile karışık ğırtlaktan gelen kimsenin ne dediğini anlamadığı bir çığlık atıyordu. Hayat bir oyundu onun için. Hiçbir şeyin mutluluktan daha fazla değeri yoktu. Ey insanlar diyordu oynarken, gelip geçen şu ömrünüzde hiçbir şey gerçek değil. Öyleyse hayata kendi değerini verin ve onu güzelleştirin. Biz değerliyiz, hepimiz. Hep beraber en iyisine layığız. Haydi mutluluğa sizde kulaç atın…
-Hors taaa….  (Çeçence bir keyif ünlemi) diyor, halkadakilerse
-Gars gars…   diye cevap veriyordu.
Emirhan’ın da keyfi yerine gelmişti. Çok yaklaşmazdı düğünlerin içine. Her zaman biraz dışardan bakmayı severdi. Uzaktan gelen düğün sesine, insanların keyifli gürültülerine, akardion seslerine karışan alkış sesine bayılırdı. Birkaç arkadaşıyla beraber hep uzaktan seyretmeyi seçerdi. Herkesi hemen hemen tanırdı. Mızıka çalan kendisinden yaşça büyük çeçen kızına hayranlıkla tekrar baktı. Saygınlık, beğeni, takdir karışık bu bakıştan biraz da utandı. Hemen kendisini toplayarak dikkatini oyuna verdi.
Dikkatsizce çevreye bakınırken birden balkonun altında ön sıranın arkasından kendisine bakan iki adet canlı yeşil gözle karşılaştı.
Garip bir su aktı içine. Yanaklarının kızardığını hissetti. Kalbi aniden hızlandı. Nefesi durdu. Kertin sırığını iyice sıktı. Gözler gerçekten kendisine bakıyordu. Erkeğe ait hakimiyet isteği ile bakışlarını kaçırmak istemese de utanarak aniden başını oyuna çevirdi. Aynısını karşıdaki de yaptı galiba hem de kızararak… Bir an sonra tekrar o tarafa baktığında aynı gözleri yine yakaladı. Bu seferki bakışlar öylesine rastgele bakışlar değildi. Müziğin sesini duymuyordu artık.
Beyaz tenli, şehirli, kendi yaşlarında yada daha küçük bir kızdı. Basit bir tişört ve kot pantolon giymişti. Omuzlarına kadar gelen saçlarını bir taçla arkaya atmış, bembeyaz yüzünü, kocaman gözlerini ortaya çıkartmıştı. Küçük düzgün bir burnu, minicik bir çenesi vardı. İlgi ve dikkatle düğüne bakıyordu. Yanında da sanki tanıdık gelen biraz daha büyük bir kız daha vardı ama onun kim olduğunu hatırlayamadı. Kollarını göğsünün önünde birleştiren kızda garip bir çekicilik, cazibe vardı. Gözlerini ayıramadan her anını beynine nakş etti Emirhan. Evet, bir elektirik olmuş, bir enerji oluşmuştu.
-Emir bi hacah! (baksana)
Dedi arkadaşı.
Çeçen adamın eline iki büyük şalt (kafkas kaması) verilmişti. Adam oyuna onlarla devam etmeye başladı. Kamaları tersten tutuyor hiç durmadan sağa sola sallıyor, sanki hayali bir düşmanla müzik eşliğinde savaşıyordu. Çevresindeki kızlarda onu koruyan melekler gibiydiler. Neden sonra kızlardan birisi çıktığında halkanın en göz alıcı güzeli ortaya çıktı. Elinde mızıka ile. Uzun ve bol eteğinin içinde hiç bacakları görükmüyor, samanlı toprağın üzerinde adeta kayıyordu. Çığlıklar önce arttı, sonra garip bir uğultu oluştu alanda.
-Zabbarii, zabbarii zabbarii zabba.
-Zabbarii, zabbarii zabbarii zabba.
-Hors taaa….
Kızıl sarı saçlı kız bir kuğu gibi asildi. Zarif bir güzellik örneğiydi. Mızıkası asırlık şarkıları mırıldanırken yüzündeki durgun ifade değişti. O da gülüyordu artık. Yahya emminin gözlerine mutluluk, sevgi ile bakarken yaklaşarak kulağına birşeyler fısıldadı. Ne dediğini kimse duymadı. Gülümsemesi de kar beyazı dişlerini ve minik çillerini ortaya çıkarmıştı. Uzun yüzü ve sevgiyle bakan anlamlı gözleri gecenin içinde parlıyordu. Kalabalık coşmuştu. Garip bir trans hali vardı ortalıkta.
Birden yeşil gözleri hatırladı Emirhan. O tarafa baktı ama kimseyi göremedi. Balkona, damın üzerine, halkanın diğer tarafına… Allahım nereye gitmişti. Hemen kertten atladı. Halkanın kenarından evin arkasındaki sokağa çıktı. Orada da yoktu. Tekrar avluya döndü, her yere baktı yine yok.
Kahretsin kimdi acaba, nerede oturuyordu?
Arkadan tamadanın elini kaldırdığını ve bu gece için herkese teşekkür ettiğini duydu. Hemen yolu karşısına geçerek beklemeye başladı. Arkadaşları onu çağırdılar yanlarına gitmeden avludan çıkan herkesi gözetlemeye başladı.
Beklediği kişi çıkmadı. Birazdan düğün evinin ana kapısında kimse kalmadı. İki dostuyla beraber köyün sokaklarında dolaşmaya başladılar.
Kimdi acaba o kız?
Yanında ki arkadaşı. Durup dururken
-Yukarı mahallede oturuyorlar. Bu gün gördüm.
Dedi. Aslında bütün arkadaşları onu fark etmişti. Önce biraz onlardan utandı, nedense sonra rahatladı. Dostluklar gerçekten candandı çardak’ta. Her zaman, her yaş gurubunda. Köyün yukarı tarafına yürümeye başladılar. Aklında aynı güzel yüz gecenin karanlığında Çardağın sokaklarında kayboldular.

 

 

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir