Baba sen şimdi burada olmalıydın.!

Koyu ve karanlık bulutlardan yağmurun olanca şiddetiyle yağdığı bir ikindi vaktiydi. Siyah, iri gözleri buğulu çocuk, pencereden dışarıyı seyrediyordu. Biraz sonra nicedir yattığı hastaneden babasının cansız bedenini alarak, son bir kez evlerine getireceklerdi. Avlu kapısında bir koşuşturmaca başladığında o meçhul an’ın geldiğini anladı. Tanıdıklarından daha fazla, belki de hayatında ilk kez gördüğü yeni çehreler ve farklı insanlarla dolu evin içinden ağlamalar, hıçkırıklar yükseldi derin sessizliği yerle bir eden… Çocuk, bir süredir parmakları ucunda yükselerek dışarıyı seyrettiği pencerenin önünden ayrılarak evdeki kalabalığın içerisine karıştı. Çocuğun ıslak, ılık nefesiyle buğulanmış pencere camında iki küçük el izi kaldı geride.

Kalabalığın koşuşturması içinde kendi evinde yabancı gibi dolaştı bir süre. Telaşla koşuşturan sıkıntılı insanların arasından sıkışarak geçti. Salonda, yatırıldığı kanepede babasını gördü sonra. Günlerdir görmediği babasının yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı sanki. Çocuğu fark eden odadaki diğer insanlar usulca yol açtılar ona. Yavaş adımlarla yürüyerek babasının bulunduğu kanepenin yanına geldi. O’na ulaşabilmek için ayak parmakları üzerinde yükselip uzandı, küçük elleriyle babasının soğuk ve yumuşak yanaklarına dokundu. Henüz kırlaşmamış saçlarını okşadı. Küçücük bir öpücük kondurdu yüzüne son bir kez. Ağlamamak için yutkundu, sonra olgun bir insanmış gibi usulca geri çekildi. Ağıtlar, bağrışmalar yükseldi onun bu hareketlerini seyreden yakınlarından. Bir suçluymuş gibi kaçarcasına odadan dışarı çıktı. Bahçeye indi, biriket  duvarın yanında kök salmış küçük zeytin ağacının altında durarak, gökten küçük çakıl taşları gibi düşen yağmur damlalarına çevirdi yüzünü. Yağmur, ıslanan saçlarından süzülerek yanaklarına inerken ılık gözyaşlarına karıştı.

Ölüm, olanca ağırlığıyla gelmişti iki katlı kargir evlerine. Çocuk, üzerine çöken ve bir türlü anlamlandırıp, tarifini yapamadığı duygularının etkisiyle evden uzaklaşmak için büyük bir istek duydu içinde. Bahçe kapısına yöneldi. Henüz çıkmamıştı ki, evlerinin önünde kırmızı bir minibüs durdu. İçinden, tanımadığı ama kendisine hiç de yabancı gelmeyen kadınlı erkekli bir grup insan indi. Meraklandı küçük çocuk, kendisi de onların arkasından evin merdivenlerine doğru yöneldi. Gelenler eve girdiğinde, içeriden yeniden ağlamalar, hıçkırıklar, haykırışlar yükseldi. Küçük çocuk, kalabalığın arasında merakla, annesiyle ve büyük kardeşleriyle birbirlerine sarılarak ağlaşan yeni gelen bu insanları seyretti. Sonra bir gerçeği fark etti. Yeni gelenler kendi aralarında hiç anlamadığı bir dilde, fısıltılarla konuşuyorlardı. Aralarındaki, yaşlı olmasına rağmen heybetli ve vakur bir kadına takıldı gözleri. Dikkatlice onu takibe başladı. Babasının cansız bedeninin yattığı divanın yanına geldiğinde, heybetli kadının nasıl birdenbire çöktüğünü, yıkıldığını gördüğünde ise büyük şaşkınlık kapladı içini. Cesedin soğuk ve soluk yüzünü, daha birkaç dakika önce tıpkı kendisinin dokunduğu gibi sevgiyle okşayan ve gözlerinden bahar yağmurları gibi yaşlar boşanan bu yaşlı kadının, hiçbir kelimesini bile anlamadığı dilde ve o an’a kadar da duymadığı acı ve hüzün kaplı haykırışlarına kulak kabarttı.

  • Nan yeliil ha.. naan yeliil ha..! (*)

Körpe yüreğinin dağlandığını yandığını hissetti o anda küçük çocuk. Bilmediği bir dilde de olsa yaşlı kadının ağıtlarından onun kim olduğunu anladı. Bu yaşlı kadın,  bebekliğinden beri görmediği, sadece adını duyduğu babaannesi olmalıydı. İri kara gözleri daha da büyüdü çocuğun, ihtiyar kadına koşup sarılmak istedi, kendisini zor tuttu. Tam o anda, şefkatli bir el kendisini çekerek odadan çıkardı. Büyük ablasıydı onu ölüm, acı ve keder kokulu odadan uzaklaştıran. Kalabalığın daha az olduğu başka bir odada, ablası elindeki havluyla onun ıslak saçlarını kurularken, çocuk sordu:

– Abla, neden anlamadığım bir dille konuşuyorlar ? Ablası, ağlamaktan şişmiş gözleriyle şaşırarak baktı çocuğa. Yutkundu, söyleyecek bir cevap ararken çocuğun sorusunu duyan bir köşede sakince oturan teyzesi cevap verdi:

– Yavrum, senin baban Çeçendi. Çeçence konuşuyor onlar !?

_  _  _  _  _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _

Ah…! Nereden hatırladım şimdi bütün bunları Tanrım..!

Kırlaşmış saçlarıma düşen bu yaz yağmuru mu ? yoksa, içine sığındığım, bu yeşil yosunlarla kaplanmış, ıslak ve rutubet kokulu harabe kule odası mı ? ya da, şu kalın duvardaki çıplak pencereden gördüğüm ve göz alabildiğine uzanan binlerce taş mezardan oluşan yaşlı ve heybetli Hoy mezarlığı mı ? beni, yıllar öncesinin o en acılı anılarıma götüren..!

İçimde oluşan kedere bulanmış bu acı hissi neden ? neden şimdi yeniden çaldı kapımı..! Yıllardır hayalini kurduğum ve sonunda kavuştuğum dağlarımda yaşadığım şu mutlu günlerimde, içimi kaplayan bu hüzün neden ?

Ah babacığım.. ahh ! Şimdi burada olmalıydın sen..! Senden daha yaşlı bu oğlunun bulunduğu yerde durmalıydın. Daha birkaç saat önce Kezenoy Gölü’nün yanı başında tek bir kelimesini bile anlamadan kulak kabarttığım deçikpandur (**) nağmeli şarkıları iliklerine işlercesine sen dinlemeliydin..! Tsontroy’lu yaşlı Necmuddin’le, Hoy yolunda karşıma çıkan Kharaçoy’lu küçük Ruslan’ı sen tanımalıydın. Yerime sen konuşmalıydın…! Kim bilir belki de onlara;

– So keril nohçuomott, amuuş vu..! (***) dediğimde nasıl şaşkın ve acımayla karışık bir ifadeyle yüzüme baktıklarını, bu bakışların bana verdiği anadilimi konuşamamanın ezikliğini ancak senin varlığın engelleyebilirdi.

Düşünüyorum da baba, sığındığım bu basık ve rutubetli kule odasında beni, ne gökten boşalan şu yağmur, ne de yüksek taşlarıyla önümde uzanan bu ıssız mezarlık değil, seni en son gördüğüm o güne götüren..! Evet. Artık anlıyorum ki beni o güne götüren; çatlak taş duvarların arasından girerek içeride tıpkı babaannemin anlamını çok sonraları öğrenebildiğim ağıtları gibi uğuldayan acı, kahır ve hüzün dolu şu rüzgarın sesi imiş meğer ?

Dışarıda yağmur dindi. Hoşça kal baba..!

Islak, vahşi ve azman ısırgan otlarıyla kaplı Hoy patikalarında dolaşmaya çıkıyorum.

Seyrek, gecikmiş yağmur damlaları düşüyor üzerime. Akşam esintisi yalayarak okşuyor tenimi, ürperiyorum. Yükseklerde bir yırtıcı kuş süzülüyor, kartal mı, şahin mi, atmaca mı ne ? bilemediğim.

Şimdi, lanetli bir cüzam yarası gibi ömrümce taşıdığım, o tarif edilemez eziklik yine kaplamışken içimi..!

Yapayalnız yürüyorum.

—-

(*)     Anan ölsün..! Anan ölsün..!

(**)    Çeçence “Tahta mızıka” anlamına gelen telli bir çalgı türü

(***)   Çeçence bilmiyorum, Öğreniyorum..!

 

 

 

 

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir